4 Şubat 2012 Cumartesi

hep aynı sabah

Üst üste üç kedi. Biri de yanlarında sıra bekliyor. Dört tanesi üst üste olsa Bremen mızıkacılarına benzerlerdi. Hepsi başka renk. Hep bir ağızdan miyavlıyorlar. Çiftleşme mevsimi. İki adam siyah, tozlu bir cipe binmek üzere. Adamlardan biri, bir kadın ile nazikçe selamlaşıyor. Süpermarketin önünde karların erimesiyle ortaya çıkmış çöpler var. Erimiş karton kutular parçalanıp yamyassı yere yapışmış. Hava bugün sıcak. Yanımdan geçen kadın '10 derece mi 14 derece mi' dedi. Beremi, kulaklığımı, eldivenlerimi çıkarıp çantama koyuyorum. Metroya doğru hızla yürürken sıcak basıyor iyice. Küçük çantamdan cüzdanımı çıkarıyorum. Dıdııtt, turnikeden geçiyorum. Güvenlik görevlisi kadın çantamı arasa büyük kolaylık. Kadının bana 'keşke herkesin çantası sizinki gibi düzenli olsa, işimiz nasıl kolaylaşırdı' dediğini hayal ediyorum. Ben de ona işinden memnun olup olmadığını soruyorum. Sonra güvenlik görevlilerinin ne tatsız bir işi olduğunu düşünüyorum. Trene giden son merdivende insanlar acele ile basamakları iniyor. Oysa trenler meydanda yok. Bu insanların zoru ne diye düşünüyorum. Günlerden cumartesi olduğu halde metro kalabalık. Tren gelince ortalara doğru ilerliyorum. Otobüste de hep arkaya ilerlerim çünkü kimse böyle yapmadığı için arkalar hep boştur ve rahattır. Bunu bin birinci kez düşünüyorum. Aferin bana. Sağımdaki başı kapalı genç kadının kullanmadığı tutacağı kendime doğru çekiyorum. Bu sırada solumdaki genç adama çarpıp, 'pardon' diyorum. Cevap vermiyor. Kızıl, kıvırcık, kısa saçlı bir kadın oturduğu yerde uyuyor. Önündeki saçları üç siyah tel toka ile arkaya doğru toplamış. Gayrettepe'de ilk boşalan yere yuvarlak, beyaz suratlı, başı kapalı, tombul kadın oturuyor. Kırmızı başörtüsü yüzünü daha da beyaz gösteriyor. Mecidiyeköy'de boşalan ikinci koltuğa ben oturuyorum. Taksim'e gelince kahve almaya karar veriyorum ve alıyorum. Ara sokaklardan işe yürürken sabaha kadar okey oynamış on kadar adamla karşılaşıyorum. Ben hızlı, onlar yavaş yürüdüğü için kendimi tam ortalarında buluyorum. Son oyunun kritiğini yapıyorlar. Neden sonra biri beni fark edip yol veriyor. Geçip gidiyorum. Erimiş, pislenmiş kar artıklarının arasında ölü bir güvercin görüyorum. ters yatıyor. Parçalanmamış. Gözleri oyulmuş sanki. Kanatları açık. Niye ölmüş? Belki otoparkın üç koca sevimli köpeğinden biri oyun olsun diye havada yakaladı. Geçerken suçlu bir bakış yakalar mıyım diye gözlerinin içine bakıyorum bir tanesinin.  Can sıkıntısıyla gözlerini kapıyor. Puf deyip başını ön patilerinin arasına yere koyuyor. Hamamın yokuşuna gelince kafamı arnavut kaldırımının inci gibi dizilmiş kare taşlarından kaldırıp güneşli bir günün habercisi pembeleşmiş gökyüzüne bakıyorum. Derken bir vapur düdüğü duyuluyor. Bir an için kainatın büyüklüğünü ve insanın ölümlülüğünü kavrıyorum. Sonra ne kadar istersem isteyeyim o anı kaybediyorum. 


Kazakla balkona çıktım, hiç üşümeden saatlerce oturabilirdim. Eriyen karların şıpırtısını dinledim. Güneşin parlak ışıkları yüzünden denize bakamadım ama orada olduğunu biliyorum. Ta bana kadar uzanan yapraksız ağaç dallarına sevindim. Doğru ya yine bahar gelecek.