7 Aralık 2011 Çarşamba

Mösyö Lambert


Camera’sını getirip salona kurdu. Karşısındaki sandalyeye geçip oturdu ve bekledi. Işık patladığı anda camera’dan dumanlar yükseldi. Sonra, aaaaaaaaaaaaaaaaahhhhhhhhhhhhhhh… diye bir çığlık attı Mösyö Lambert, kimsenin duymayacağını bile bile. Cameranın içinde sıkışıp kalmış kötü ruhlardan birini serbest bırakmıştı. 

Mösyö Lambert yalnız bir adamdı ama onunki bir şair yalnızlığı değildi. Varlığından şüphe duyacak kadar yalnızdı. Yaşlı annesinin yıllar önceki ölümünün ardından kimseyle göz göze geldiğini hatırlamıyordu. Yolda yürürken yanından geçen biri ona çarpsa dönüp özür dilemezdi sözgelimi, trende yanındaki boş koltuğa oturmak isteyen olmazdı... Yalnızca hayvanlar ve çocuklar –sevmeseler de- görür gibiydiler onu. Bir keresinde bir kedi almıştı, ertesi gün kediyi evde bulamadı. Oysa evin tüm pencereleri ve kapıları kapalıydı. Bir hafta sonra kediyi komşunun çocuğunun kucağında gördü. Sapsarı, uzun tüylü, bilmediği şey yokmuş gibi bakan bir kediydi. Gidip kedisini geri almak istedi ama çocuk ciyak ciyak bağırarak annesini yardıma çağırdı. Bu arada kediden de bir tırmık yedi.

Geçen sabah da gazete alırken gökyüzüne bakıp havayı koklamış ve ‘merhaba bayım, güzel bir gün olacak’ diyerek bir sohbet başlatmak istemişti ama satıcı kafasını kaldırmadan işine devam etmişti. O da gazetesini alıp parayı tezgâhın üstüne bırakmış ve gitmişti. Yanlış bir şey mi söylemişti yoksa adam –nasıl oluyorsa- onun zavallı, acınası bir yaratık olduğunu mu anlamıştı? Belki de görünmüyordu ya da sesi duyulmuyordu, belki Mösyö Lambert yoktu ya da ölüydü çoktandır. Peki ölü bir insanın nasıl olur da kalbi böyle sızlardı?

Mösyö Lambert o gün gazetede yeni bir icadın haberini okudu. Camera denilen bu alet birtakım ışık marifetleriyle, camının önünde duran her şeyin bir suretini çıkarıyormuş. Mösyö Lambert böylece varlığını –ya da yokluğunu- kanıtlayabileceğini düşündü. Aletin bu işlemi yaparken suretini çıkardığı insanın ruhunu da ele geçirip, içine hapsettiğine dair kimi söylentiler de varmış ama gazetecinin yazdığına göre bu söylentilere kulak asmamak gerekirmiş. Bu çağdışı düşüncelere inanmak Fransa’nın gelişiminin önünde engelmiş falan filan… Mösyö L. ruhunun ele geçirilmesinden korkmuyordu. Ve işte o gün ne pahasına olursa olsun bir camera satın almaya karar vermişti.






23 Kasım 2011 Çarşamba

Emlakçı Hanım

Emlakçı hanım beni görünce hep gülümser. Gülümsemesi ekşi bir şey yemiş ama yine de beğenmiş gibidir. Bu gülümsemenin izi suratında donup kalır beni dinlerken. Dudağının iki ucu burnuna doğru havalanır ve öndişleri pencereden sarkan meraklı bir kız gibi ortaya çıkar. Sigaradan kalınlaşmış sesini ne kadar inceltirse inceltsin kibarlığından taviz vermeye her an hazır olduğunu hatırlatır beline koyduğu elleri.

2 Kasım 2011 Çarşamba

ayna

aynada yabancı bir insanmışım gibi yüzüme bakınca, yaşlı bir kadın ya da bir çocuk yüzü olabilir bu diye düşünüyorum. o anlamaz, meraklı çocuk bakışı da; o yorulmuş, çok bilmiş, bıkkın yaşlı kadın bakışı da var aynı anda.


13.10.2011

26 Ekim 2011 Çarşamba

şiir

Şiir okuyorum. okudukça şairin naifliğine, duygusallığına, doğayla iç içeliğine şaşırıyorum. Belki de beni asıl şaşırtan yalnızca duygularını dışa vuruyor olması. Ben, kendiminkileri, onları anlayabilecek incelikte biri olmadığı için kendime saklamayı ve çoğu zaman yoksaymayı tercih ediyorum. Doğrusu, utanıyorum... Bunu yaptığım için her gün derinliğimden yitiriyorum. 


27.08.2011

8 Ağustos 2011 Pazartesi

ayrılık

nefret ediyorum ayrılıklardan. insanın ne çok canı yanıyor. tek düşündüğün, aklın fikrin o oluyor bir anda. daha doğrusu, onun yokluğu dolduruyor beynini. şiştikçe şişiyor, büyüdükçe büyüyor içerde. başka bir şeye yer kalmıyor. sonra anılar hücum ediyor durduk yerde. gafil avlanıyorsun, düşünemiyorsun...

30 Temmuz 2011 Cumartesi

kuş

penceremin camına yansıyan ağaçları yuvası sanıp aldandı kuş. on kuş adımı ya da tek bir kanat çırpışı ötedeydi açık pencere. kuş da biliyordu bunu, bal gibi biliyordu. fakat arkasına saklandığı perdeden uzaklaşmayı göze alamadığı için kurulu bir oyuncak gibi tıpır tıpır ileri geri gidip geliyor ya da camın içinden geçmek için boş yere didiniyordu. biliyordu oradan çıkamayacağını, bal gibi biliyordu. minik kalbi küt küt atsa da, ölümden öte köy yok diyerek uçup gittiğinde nihayet, penceremin dibine küçük bokunu bıraktı benim için. saklanmanın faydası olmadığını unutmayayım diye...

ses

çok cılız bir ses
benim sesim
ama ben bile duyamıyorum
radyoyu kapatıyorum
pencereleri de


yüzümü avuçlarımın arasına alıyorum
gözlerimi kapıyorum
kafamın içindeki sesler değişiyor
kendi sesimi tamamen kaybediyorum
şimdi yalnız onların konuştuklarını duyabiliyorum


beni anlamadıklarını düşündüğüm halde
susturamadıklarım
yalnızlığımdan kaçıp yanlarına sığındıklarım
beni ıssızlığa itenler


kayıp sesimi duymak istiyorum
ne söylüyor bilmek istiyorum
o ses en çok kalemimden korkuyor sanki
yazmayı aklımdan geçirdiğim anda
zihnimin en dip karanlığına kaçıyor


bazen bu yüzden yazmadığımı düşünüyorum
sesimi korkutmamak için
o gizli kalmak istiyor gibi


yazmak istiyorum ama roman değil, öykü değil, şiir değil
yalnız duyabildiklerimi...

23 Temmuz 2011 Cumartesi

otobüsteki kadın

kadın, cam kenarındaki koltuğuna iyice yerleşip torbalarını bacaklarının arasına sıkıştırdı. otobüs işinden evine dönen insanlarla tıka basa doluydu. dışarıdaki ayaza rağmen insan soluğu ve kanıyla ısınmış otobüste, oturacak bir yer bulmuş olmanın rahatlığı ile gevşedi. iki elinin parmaklarını birbirine geçirip kucağına koydu. başını buğulu cama çevirdi. o etrafı seyrederken otobüs evine doğru tıngır mıngır yol aldı. kadına bu mutluluk yetti. keşke evim daha uzakta olsaydı, diye bile düşündü.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Ben Olmayan


Yanımda oturuyor, bedeni bana dönük, anlatıyor... Yüzüme bakmıyor çoğunlukla, bakışları delip geçiyor gördüklerinin içinden, uzaklara anlatıyor, görünmeyene. Tanıklığım rahatsızlık veriyor ona, hissediyorum ama bana ihtiyacı var. Utanıyorum, bakamıyorum yüzüne. Anlattıklarını duyuyor olmak, itiraf edilmesi zor olanı biliyor olmak, çaresizliği utandırıyor beni. Söylemedikleri var, sakladıkları... Dikkatlice seçiyor sözcüklerini, o izin vermeden çıksınlar istemiyor ağzından, geri dönememekten korkuyor, kabul ettiği gerçekleri yadsıyamamaktan sonradan. Ben hatırlayacaksam o da unutamaz artık, işte o zaman her şey değişmek zorunda.Düşünceler geliyor aklına ama susuyor. Başka şeyler söylüyor. Zaman kazanmak, aklına gelen hain düşünceleri unutmak için aynı cümleleri tekrar ediyor kimi kez. Düşüncenin gücü hızında, yenisi önceki zalim düşünceyi yerle bir ediyor. Derin bir soluk alıyor o an.

Ben hep susuyorum, utançla, çaresizlikle, acıyla... Elimden bir şey gelmiyor, teselli etmeye çalışmak yararsız, söyleyecek sözüm yok. Anlıyor, susuyor. Aklımdan geçenleri merak ettiğini düşünüyorum, rahatsızlık duyuyorum düşüncelerimden. Kafasını önüne eğdi şimdi. Ben karşıya bakıyorum, parktaki çocukları izler gibi yapıyorum. Kıpırdamıyoruz hiç, ses çıkarmıyoruz, donup kaldık öylece. İnsanlar geçiyor sağımızdan solumuzdan. Bazısı konuşuyor. Çocuklar var, oynuyorlar ve kuşlar ve kağıt helvacı ve tüfeği ile atış talimcisi, asık suratlı ve bezgin, ve yanımızdaki bankta çekirdek çitleten liseli gençler ve nefret edilesi broşürleriyle, sırıtkan, yavşak yüzleriyle oy avına çıkmış seçim kafileleri... Kuvvetli bir lodos var, yeni açmış bahar çiçekleriyle ince ağaç dallarını sarsıyor öfkesi. Biz öylece duruyoruz, kıpırtısız. Her şeyin hareketliliğine inat biz öylece... Heykel gibi. Öyle.


Gülümseyerek “kalkalım” diyor. Kalkıyoruz, üzerimizde bu bahar gününe yakışmayan bir ağırlık, yürüyoruz caddeye doğru. Öpüşüp vedalaşıyoruz, ayrılıyoruz birbirimizden. İlk gelen minibüse atlıyorum. Işığa boğulmuş en arka koltuğun sol cam kenarına oturuyorum. Onun önünden geçerken el sallıyorum. Şaşkın belki de pişman bir bakış yakalıyorum gözlerinde. Minibüs yoluna devam ediyor, görüntüler hızla yer değiştiriyor, bir süre silinmiyor gözümün önünden yüzü sonra bilincimin karanlığına iteliyorum zorla. Kendimi yeni görüntülerin kucağına bırakıyorum, zihnimde oluşan çağrışımların hızına yetişemiyorum, sonuna kadar peşinden gidemiyorum hiçbirinin. Yol beni oyalıyor, avutuyor.

2004/Mart

Doğum Günü

Bu sabah burnumda tüten bir deniz özlemiyle uyandım. İşe gitmek için İstiklal Caddesi’nde yürürken, önce hindistancevizli güneş yağı kokusu alır gibi oldum. Kumsal anıları canlandı zihnimde. İstanbul’un nemli sıcağını affettirmek ister gibi serin serin esti rüzgar. Sabahları araç trafiğine açık olan caddede, dükkanlara mal taşıyan kamyonların ve minibüslerin tacizi altında yürümeye devam ettim herkes gibi.


Ofise gelir gelmez bütün pencereleri açtım.  Pır pır eden takanın motorudur dedim içimden. Bıraktım zihnim koşsun hayallerin peşinden yine.

Bahçedeki eski çeşmenin dibinde biriken su duvara yansımış, adını bilmediğim bir ağacın urgan gibi metrelerce aşağı sarkan kuru dalını sallıyor lodos sağa sola. Oyuna çağırır gibi.

Bilmem doğum günüm olması mıdır sebebi; çocukluğumun masum ve basit düşlerini canımı yakan bir özlemle anmamın bugün?.. Yoksa pişmanlıkların birike birike boğazımda düğümlenmesi midir?..

Ama sana yazmak güzel. Sana yazmak ruhumu arındıran yegane şey bundan böyle.

                                                                                                                      Haziran 2010

Düşüş

Yeni monte edilen sokak lambalarının yoğun sarı ışığının altında cadde kar altında gibi görünüyor. Oysa kuru bir ayaz var. Arabayı köprüye doğru sürüyorum. Etrafta kimsecikler yok. Olsa da fark etmez. Sakinim. Doğru şeyi yaptığımı düşündüğüm için değil, her şeyin kendiliğinden olmasına izin verdim. Kontrol etmeye çalışmıyorum artık. Kaderimin izini sürüyorum.

Arabayı yolun kenarına çektim. Kıpırdamadan oturuyorum. Hüznün bu kadar boğucu olabildiğini unutmuşum. Hep kelebek kadar hafif ve gamsız olmayı ya da acıyı son damlasına kadar yaşamayı tercih ederim. Hüzün fazla soyut ve bulanık gelir, sıkılırım.

Dönüp arkama baktım. Masum ve huzurlu görünüyor. Uyuyor gibi. Ona bakıp bir şeylerin yanlış olduğunu düşünmek zor. Arabadan inip onu arka koltuktan alıyorum. Kucağımda hala sıcak. Köprünün korkuluklarına doğru yürüyorum. Vedalaşmak hüzünlü. Köprü çok yüksek değil. Yavaşça bırakıyorum. Beyaz etekleri havalanıyor.

Düşüşüm yavaş. Su yoğun, soğuk... Islak uzun eteklerim bacaklarıma dolanıyor. Tutunmaya çalışmıyorum. Kendini bırakmak güzel. Beyaz elbisemin suda bıraktığı dalgalı izi izliyorum. Bitti mi diye düşünüyorum.

Kurşun Asker

Asker; dünyadaki kaosa son vermek için belli bir düzen içinde yaşamını sürdüren, aynı anda, aynı ‘sorgulanamaz’ amaç uğruna hareket edildiği taktirde bir güç yaratılabileceğine inanan /inandırılan insandır.

Güç; elde ettiğinizde artık kimsenin sizi incitemeyeceğine duyduğunuz güvendir.

Hayat; kontrol edilmelere, düzene sokulmalara gelemeyen ne idüğü belirsiz bir soyutlamadır. Aristo mantığına göre asker, yaşamın doğasıyla (ve yaşamın bir parçası olan kendi doğasıyla) ‘sonu gelmez’ bir mücadele halindedir.

Kurşun asker; aptal bir balerine aşık olan tek bacaklı bir oyuncaktır. Çocukken hikayesini duyduğunuzda sizin de kalbiniz burkulduysa sizde de bir şeyler eksik olabilir. Tam olmayan insanların yanlış birine aşık olmaktan kendilerini korumaları gerekir.

2009

Biz bize

Camda vızıldayan amacı belirsiz karasinek ile
Yerde doğrulmak için çırpınan böcek,
Ve ben, tam burada oturmuş düşünen…
Dışarıda kan, ölüm, öfke ve 9 cenaze.
Dışarıda gri-beyaz serin yaz günü
İçimde çocuk şaşkınlığı, çocuk hüznü.

Yok, bir kuşun kanadında yolculuk eden ben değilim.

                                                                       Haziran 2010

Bilmece


İçimdeki sıkıntıyı sözcüklere yüklesem de cümle cümle uzaklaşsalar benden…

Sana yazmak istiyorum. Başkasının yükü ezmez seni. Zaten sen yoksun. Seni hayal ediyorum ben. Ben de yokum biraz. Kimse yok. Dünya yok. Bir tek sözcükler var. Düşler var.

Mayısın sondan üçüncü günü bugün. Arada bir açan kapalı bir hava. Yağacak mı yağmayacak mı?

Sokakta bir anons yapılıyor. Ne dedikleri anlaşılmıyor. Boğuk, mekanik bir ses. Alınıp satılacak şeyler var. Onlar gerçek, hayatlar yalan. Şeyler gerçek, insanlar yalan. Onlar var, biz yokuz.

En azından üç farklı kuşun ötüşünü ayırt edebiliyorum buradan. Bir kertenkele hızlı hızlı, kayar gibi iniyor ağacın gövdesinden aşağı. Bir iki defa duraklıyor. Çok küçük. Ancak bir leke gibi görebiliyorum onu masamdan. Yanılma! İstanbul’dayım. Beyoğlu’nda. İşte. Bilgisayar başında. Günlerden cumartesi.

Yıkık tuğla duvarlar… sıvaları dökülmüş…ve yanmış evler… çatısız, kapıları rüzgarda gıcırdayan, köşelerinden otlar fışkırmış, tepelerinde kedilerin gezdiği, yalnızlığa mahkum evler… bir de öğlenleri çan sesine karışan ezan sesleri…  Duvarların camsız pencereleri var. Pencerelerin ardı bahçe, önü sokak.

Merdivenlerde rüzgarın dağıttığı bir sidik kokusu dar sokaktaki ıhlamur ağacının, bana haşlanmış lahanayı hatırlatan kokusuna karışıyor şimdi.

Anlatacak ne çok şey var, dinleyecek ne az insan… ama şimdi yazıyorum sana ve okuduğunu hayal ediyorum. Sözcüklerime yaklaştırıyorsun başını. Kaşların ciddiyetle iniyor gözlerine doğru. Senden bahsettiğim yerlerde gülümsüyorsun muzipçe.

Şampuan kokusu geliyor burnuma onu anımsadığımda en çok, biliyor musun?

Ağzımızdan çıkan her söz birbirine çarpmadan, bedenlerimize değmeden uçup gidiyor sanki... Yalnızlık büyüyor. Mesafeler genişliyor. Bakışlarda sevgi, ellerde ılık bir şefkat olsa da… Hiçbir şey umut etmeye yetmiyor.

Her sabah, beni yutan büyük bir boşluk hep orda. Tanımsız, belirsiz, yok edilmez, anlatılmaz bir boşluk. Her sabah, gözlerimi açar açmaz kendini gösteriyor. Omuzlar geri, karın içeri… geniş gövdesiyle karşıma dikiliyor. Yatakta yan dönüyorum. Boşluğa arkamı dönüyorum.

Bir karamsarlıkla sarıp sarmalanmış, herkesin doğrusuna göre parçalanmışım. Yeni bir insan bir kırılma daha demek. Tamamlanmak isterken eksilmek, bütün olmak isterken yeniden bölünmek demek. 

Sen varolsaydın ya da ben yok olsaydım, sen ve ben varlıkla yokluk arasında bir rüyada buluşsaydık. Ben bunları yazmasaydım… Yalnız olmamak mümkün olsaydı.



                                                                                                                                 Mayıs 2010

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Kış günü

Sağ bacağımın dizden yukarısında hafif bir ağrı. Dışarıda cılız kış güneşinin soluk aydınlığı. İçeride bilgisayar ekranının beyaz ışığı ve floresan lambanın cızırtısı.


Yazmak istiyorum. Pek çok ölümlü gibi. Yazmak ve anlamak, yazmak ve dinlenmek, yazmak ve durmak, yazmak ve saklanmak...

Bana göre yazmak;

...kaotik, anlaşılmaz, adaletsiz, çirkin dünyayı -belki de hep yabancısı kaldığım için hasedimden söylüyorum bunları- dize getirme, hale yola koyma çabası. Sürüp giden yaşama bir kırbaç şaklatma isteği...

1

Yeniden yazmaya başladım. Sağda solda beni ele veren sözcüklerin yazılı olduğu kağıt parçaları... Saklanamayacak kadar fazla ve dağınıklar. Her yerdeler. Defterler dolusu yırtıp atıyorum, yenileri ortaya çıkıyor. Kurtulamıyorum.

Şimdi izimi sürmemeleri karşılığında onları özgür bırakıyorum. Onlar dolansın, ben bir kuytuda uykudayım.